[Madelyn] ♫ ♪ Je vis où tu m'as laissé

Sadece sıcaktan değil ne bir de bu sıcaklarda ne yapacağımızı düşünmekten bayılma aşamasına geldiğimiz günler geçiriyoruz. Gönül ister elbette sabahları kızgın kumlardan serin sulara atlamak, sudan çıkıp biraz güneşlenmek (hatta sevgilinin sürdüğü güneş kreminin koruyuculuğunun verdiği güven içinde) sonra birer bira eşliğinde güneşin son ışıltılarının da deniz üstünden cilveyle çekilip yerini aya ve yakamozlara bırakmasını seyretmek... Daha fazla devam edemeyeceğim sanırım.......

[B²] Doğaya Sarılmak..

Bazen çok yoruluyorum.. Sıcak, ıssız bi sahil kenarına gidip günlerce kalmak ve kafamı dinlemek istiyorum.. Ne telefon, ne internet, ne başka bir şey.. Sadece müzik ve bir kaç dergi olsun yanımda yeterli.. Sınav stresi yok, hocaların saçmalıkları yok, şehrin gerginliği yok, sıkıntı yok, dert yok, tasa yok.. Sadece sakinlik, sadelik, müzik, dergiler, yetecek kadar yiyecek ve bir şişe lezzetli şarap olsun, bana yeter.. Ne mi, şarap mı? E gitmişsin sahil kenarına, güneşin batışını su içerek mi izleyeceksin a dost?! Şarap tabi.

[B²] Anadolu Maceram..

Bir sürelik aradan sonra tekrar merhaba sevgili Bazing4 takipçileri :) Yokluğumu fırsat bilip blogumu çok fazla ziyaret etmemişsiniz bu da gözümden kaçmadı ama hadi yine sıcaklara,tatildir gezer tozarlar'a veriyorum.. Bu yazımda size AEGEE(Avrupa Öğrencileri Forumu) ile çıkmış olduğum Anadolu turundan bahsedeceğim..

[Madelyn] ♫ ♪ Raggamuffin

Şimdi efendim, yeni bir yazıya başlamamın birçok sebebi var. Bunların içinde ders çalışmak zorunda kalmak belki de en etkili olandır ki onun dışında bannerımız ve blogumuzun isim babalarından The Big Bang Theory adlı tv dizisinin yeni bölümünü henüz izlemiş olmam ve yine bir Bazinga ya hatta bu kez Double Bazingaya denk gelmiş olmam, akabinde dosyalarımın içinde eski yazdıklarımdan bir şeyler bulmam ve vay be eskiden ne yazıyormuşum haa diye iç geçirmem bu sebepler arasındadır. Tabi tekrar ediyorum en etkili sebebi ders çalışmak zorunda kalmak...

image

[Madelyn] ♫ ♪ Everybody But Me

Öyle bir tempo ki bazen "yahu benim gibi bir insan nasıl bu kadar meşgul olabilir?" diye sorguluyorum kendimi. Özellikle de sömestr tatilinden döndükten sonra-1. sınıf dersleri almaya başladıktan sonra- neredeyse...

17 Temmuz 2012 Salı

Korkma ! Hayalperest ol,Utanma !

.
Bugünlerde aklımı kurcalayan soruların ardı arkası kesilmiyor..Üniversiteye gelmişim hala ne olacağım belli değilmiş gibi hissediyorum.Çevremden birkaç kişiyle konuştum tesadüftür ki onlar da aynı düşüncede.Bizim yaşların getirdiği bi kimlik bunalımı mıdır yoksa ülkenin gidişatından korkumuzdan mıdır bilmiyorum.
Küçükken ''Ne olacaksın sen?' dediklerinde Doktor! der geçerdim.Doktor da olamadık..
Gerçi iyiki de olmamışım,şuan tıpta okuyan arkadaşlarım kadar pişman başka kimse yoktur heralde.Neyse konuyu saptırmadan melankolime devam ediyorum..
Yıllardır bir Amerika sevdası vardır bende.Artık neredeyse ''Adın ne senin?'' sorusuna bile Amerika! cevabını verir olmuştum.Amerika özentiliğinden değil bu ama bilirsin işte oradaki gökdelenlerde çalışmak,o rekabet ortamında olmak, sabah elimde kahveyle yadırganmayacağımı bilerek şirkete adımımı atmak,hayatı hızlı yaşamak..İnsanlar dinlenmek için kimsenin olmadığı yerleri,sessiz alanları tercih eder ya bende tam tersi işte.Metropol şehir hayatı,o koşuşturmaca,çevredeki binaları görmek falan beni dinlendirir,mutlu eder.(Böylece anormal olmadığımı söyleyen bir kişi kaldıysa da artık o da yok :D)
Bu yapıda birini de hak verirsiniz ki NY,LA'dan başka yerler paklamaz.Bilmiyorum neden ama bizim ülkede hedefi bu tip dünya şehirlerinde çalışmak olan insanlara kötü gözle bakılır..Eğer Amerika'da çalışıcam hatta orada bir şirket kurucam dersen Hayalperest! damgasını yedin demektir. ''Düşünmek başarmanın yarısıdır'' derler ya öyle mi gerçekten bilmiyorum. Çok şey düşünüyoruz,çok hayal kuruyoruz. Hergün bir hayalimiz daha iç dünyamıza gömülüyor ama biz hemen bir yenisini daha yeşertiyoruz.
Lafı fazla uzatıp küfürlerinizi yemeden bu yazıyı bi yerlere bağlamak istiyorum aslında ama neresinden bağlasam bilemedim. Herneyse siz benim demek istediğimi anladınız bence.Ha bu arada Yoğurt faydalıdır.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

█ ♫ ♪ Je vis où tu m'as laissé


Sadece sıcaktan değil ne bir de bu sıcaklarda ne yapacağımızı düşünmekten bayılma aşamasına geldiğimiz günler geçiriyoruz.
Gönül ister elbette sabahları kızgın kumlardan serin sulara atlamak, sudan çıkıp biraz güneşlenmek (hatta sevgilinin sürdüğü güneş kreminin koruyuculuğunun verdiği güven içinde) sonra birer bira eşliğinde güneşin son ışıltılarının da deniz üstünden cilveyle çekilip yerini aya ve yakamozlara bırakmasını seyretmek... Daha fazla devam edemeyeceğim sanırım.......
İnsanlar ortada olan gerçekler hakkında pek düşünmeyerek huzuru bulabiliyor, betimlediğim bu tabloyu yaşayanlar olduğunu pekala biliyoruz biz yaşamayanlar olarak ÇOK DÜŞÜNMEYELİM, KAFALARI YEMEYELİM. Bir insan pazartesi pazartesi niye düşünür, niye yazar ki bunları? Yok ama bu konuda da haksızlık etmeyeyim kendime en azından pazartesi sendromum yok, hafta sonu hafta başı fark etmiyor bir yerde. Klişeler hayatımızda o kadar yer etmiş ki bir yerlerde hayatta hepimizin başına gelen şeylerin resimleştirilmiş hali "Always happens..." "Fuck dude, it's exactly the same!!" başlıklı postları gördüğümüzde kendi içimizde farkında olmadan başlığı tekrarlıyoruz mesela. Senaryolaştırırsam en klişe örneklerden biri
| (Okul Zamanı) |
-Saat kaç? +20 Mart 2012 Salı 11.26
| (Tatilde) |
-Hangi gündeyiz? +.....
gibi
Her neyse çok uzattım sanırım artık toplamam gerekiyor.

Demem o ki ben de yine HOFFF ÇAK SICAK YEAAA YATILMIYO DA KALKILMIYO DA NAPSAM KİEEE diye serzenişlerdeyken dedim madem bu kanayan yaramızı blog yazısı haline getireyim. Hayır sorun sadece sıcak veya ne yapıp yapmama meselesi değil; yapacak şey bulmuyor muyuz buluyoruz. Yılmaz Özdil misali şimdi yapılabilecek şeylerden bir köprü oluşturabilirim size ancak sorun bir de benim bunların hiçbirinden bir tat almıyor oluşum. İzlemekte olduğum bir dizim var (ki bu diziyi okul zamanlarındaki dizi izleme hızımla izlesem yazın başından beri bütün sezonlarını 9 kere bitirirdim) ancak şu anda bir bölümü 3 günde falan izliyorum sıkılıp sıkılıp. Bir film açmadan önce seksen kere düşünüp kendime telkinlerde bulunurum "Bak Nehir, izlemiceksen hiç açma, filme de yazık etme kendine de eziyet etme bu ne ya bi topla kendini" kaç kitabın ilk sayfasını okuyup sonra onları ortada bıraktığımı hatırlamıyorum bile. Daha sonra o kitaplar hakkında şöyle söyleniyor tabi "Ha. Ya ben onu okuyacaktım da şöyle bi baktım, sonra bıraktım bi daha da kısmet olmadı" Depresyon zamanı kitaplarına yazık oluyor o yüzden. Görecelilik muhabbeti dolayısıyla isim vermeyeyim ama kabaca EN KRALI DA GELSE o kitap okunmuyor arkadaş.

<------- Bakın şu arkadaş en iyisini yapıyor. Bu sıcaklarda onun için de zor tabi o kıllarla dolu postunun içinde yavrum nerede ufak bir esinti bulsa yatıyor özellikle kanepe arkaları, kapı önleri ve banyo ha tabi bir de klimayı açtığım zamanlarda benim odam favorileri arasında. Yazılarını Uykusuz dergisinde "Akıl Fikir Ofisi" adlı köşeden bizlerle paylaşan Barış Uygur'un da dediği gibi DÜNYA KEDİLERE GÜZEL. Bu yazı nasıl buraya geldi inanın bilmiyorum ama hazır gelmişken ve yazıyı sonlandırırken DIŞARI ÇIKARKEN EVİNİZİN ÖNÜNE BİR KAP SU KOYMAYI UNUTMAYIN diyeyim. Kendinize iyi bakın başınıza güneş geçirmeyin, bol bol su için. Hoşça kalın, takipte kalın!

Giderken sizlere şu parçayla veda etmek isterim.

Tavsiye Ettiğimiz Filmler..

                      Samuray İsyanı / Jôi-Uchi: Hairyô Tsuma Shimatsu (1967)

Hikâyemiz 1725 yılının Japonya’sında, bugün Tokyo adıyla bilinen Edo’da feodal bir beyliğin çatısı altında geçmektedir. Sasahara ailesi bu feodal beyliğin hizmetinde çalışan tipik bir Japon ailesidir. Ailenin reisi ise –ki kendisini birçok samuray filminde görmek mümkün– Toshiro Mifune’nin canlandırdığı Isabura Sasahara’dır. Isabura Sasahara emekliliğine yakın bir zamanda, oğlunu evlendirip,- torun sahibi olmak isteyen bir samuraydır. Oğlunu mutlu bir şekilde evlendirmek isteyen Isabura’nın hayalleri Handedan Beyi’nden gelen emirle yıkılır. Gelen emir, Isabura’nın oğlunun Hanedan Beyi’nin eski metresiyle hemen evlendirilmesi yönündedir.
Isabura bu emri uygulamamak için dirense de oğlu bu emri kabul eder. Ancak hikâye Sasahara ailesini merkez almaktan çıkmaya başlar ve eve dışarıdan gelen metresin yaşamına odaklanır. Zorla feodal beyi ile evlendirilen metres Ichi (Yôko Tsukasa), hem kendi hem de temsil etmiş olduğu “kadın” portresini üzerinde kederli bir şekilde taşır. Kendisi sadece soyun devamının sağlanması için bir kapatma olarak kaleye alınmış ve istenilen varisin doğumundan sonra atılmıştır. Bunlar yetmezmiş gibi Feodal Bey’den başka bir emir daha gelmesiyle birlikte olaylar daha da dramatikleşir.

Kızıl Fenerin Yükselişi / Da Hong Deng Long Gao Gao Gua (1991)

Yönetmen:Yimou Zhang
1920′lilerin Çin’inde 19 yaşındaki Songlian babasının ölümünden sonra zengin birailenin veliahtı olan Chen Zuoqian ile evlenmeye zorlanmıştır. 50 yaşındaki Chen’in halihazırda 3 karısı vardır ve herbiri ayrı görkemli evlerde yaşamaktadırlar. Eşler arasında kıyasıya bir statü ve ayrıcalık savaşı vardır. Chen her gece, o geceyi hangi karısıyla geçireceğine ve kızıl fenerin seçtiği hangi evinin önünde yakılacağına karar vermek zorundadır. Chen’in her eşi onun bu konudaki kararını etkilemek için çeşitli entrikalara başvurmaktadır. Ancak işler çığrığından çıkar.

İçinde Yaşadığım Deri / La Piel Que Habito (2011)

Yönetmen:Pedro Almodóvar
Bir araba kazasında yanarak ölmekten son anda kurtulan eşini yanıklardan oluşan görüntüden kurtarmak için yeni bir deri yaratmak üzerine çalışmalar yapan estetik cerrahı Dr Robert Ledgard (Antonio Banderas) on iki yıl boyunca evindeki laboratuvarında çalışmaya devam eder ve domuz-insan kanı karışımıyla elde ettiği bir deri üretir.
Gerilim türündeki film, Fransız polisiye yazarı Thierry Jonquet’in “Tarantula” isimli 2005 tarihli romanından uyarlandı. Yönetmenin 20 yıl sonra Antonio Banderas’la tekrar bir araya geldiği ‘İçinde Yaşadığım Deri’, psikolojisi bozuk bir plastik cerrahın saplantılarını ve hücrelerle ilgili yaptığı araştırmalar sayesinde yeni bir insan derisi yaratmasını konu alıyor.

Gattaca (1997)

Yönetmen:Andrew Niccol
21. yüzyılda genetik mühendisliği çok gelişmiş ve bilimsel olarak kusursuz insanlar yaratılmaktadır. Özel pozisyonlar için yetiştirilen bu yeni süper insan ırkı yüzünden, normal yollardan dünyaya gelmiş insanlar işsiz kalmakta ve ikinci plana itilmektedir.
Onlardan biri olan astronot adayı Vincent, Gattaca şirketinde ancak temizlikçi olarak iş bulabilecekken, komadaki bir atletin kan örneklerini ve kimliğini alarak iyi bir pozisyonda işe girer.
Fakat şirkette işlenen bir cinayet, olayı araştıran dedektifin dikkatini Vincent’ın üzerinde yoğunlaştırmasına sebep olacaktır.
Jude Law, Ethan Hawke ve Uma Thurman’lı kadrosu ve klonlamayı konu alan ilgi çekici konusuyla öne çıkan film, ülkemizde nedense sinemalarda gösterilmemişti. Filmin en iyi sanat yönetimi dalında bir Oscar adaylığı olduğunu da hatırlatalım.

Felemenk / Flandres (2006)

Yönetmen:Bruno Dumont
Cepheye gidip savaşa katılmak mıdır daha zor olan yoksa geride kalıp çaresiz bir boşluğun içinde beklemek mi?
Barbe ile Demester çocukluklarından beri birbirlerine aşıktırlar. Ufaklıklarından beri ayrılmamış olan bu iki sevgiliyi, yıllar sonra savaş birbirlerinden ayıracaktır. Cephede alışık olduğunun çok dışında bir yaşamla tanışan Demester, ilk kez korku, dehşet, acı ve ölümle böylesi yakından yüzleşir.
Geride kalıp beklemeye mahkum edilmiş olan Barbe için de hayat hiç kolay değildir. Beklemek de en az savaşmak kadar zordur. Çünkü bekleyene de yaşatılan, savaşın cephe arkası yüzüdür.
Son yılların en sansasyonel filmlerinden Dönüş Yok ile savaş klasiklerinden biri sayılan Er Ryan’ı Kurtarmak karışımı bir film olduğu yorumu yapılan Flanders, Fransızyönetmen Bruno Dumont’un İsa’nın Yaşamı ve İnsanlık filmleri serisini takip eden üçüncü filmi.
2006 Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü ile ödüllendirilen film, kamerasını savaş kadar savaş sonrası yaşanan dramlara çevirmiş olması ile de önem taşıyor.

Hayırsever / Filantropica (2002)

Yönetmen:Nae Caranfil
Ovidiu Gorea hâlâ ailesiyle birlikte yaşayan orta yaşlı bir lise öğretmenidir ve aynı zamanda acemi bir yazardır. “Kimse Bedava Ölmez” isimli öykü kitabını henüz bastırabilmiştir ancak kitapçılar kitabı satmadığı için raflarına koymayı reddetmişlerdir.
Okul yönetimi bir gün Ovidiu’dan sorunlu bir öğrenci olan Robert’i yola getirmesini ister. Ovidiu görüşme için Robert’e velisini çağırmasını söyler. Robert de görüşmeye dünyalar güzeli ablası Diana’yı gönderir. Ovidiu Diana’yı gördükten sonra ise olanlar olur. Ovidiu Diana’ya çarpılmıştır ve hemen Diana’ya çıkma teklif eder. Gittikleri mekanda Ovidiu birisi vasıtası ile Hayırseverler Derneği ile tanışır ve birbirinden ilginç olaylar ardı ardına gerçekleşmeye başlar.

Albay Redl / Oberst Redl (1985)

Yönetmen:István Szabó
Yirminci yüzyılın başlarında Ukraynalı yoksul bir ailenin oğlu olan Alfred Redl, yeteneği ve azmi sayesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Ordusu’nun en üst kademesine kadar yükselerek askeri istihbaratın başına geçer. Bir kaç dili iyi konuşabildiği için İmparator Franz Joseph tarafından Ruslar aleyhine casusluk etmekle görevlendirilir. Ne varki Redl, etnik ve cinsel kimliğini gizleyerek fırsatları iyi değerlendirir. Gerçek kimliği öğrenilip şantaja uğrayana kadar da, her iki tarafın casusluğunu yaparak sefasını sürer.

Güney / Sur (1988)

Yıllar süren baskı rejiminin ve diktatörlüğün 1983’te sona ermesi sayesinde devlete karşı faaliyetleri nedeni ile hapse girmiş pek çok insan serbest bırakılır. Bu kişilerden biri olan Floreal de, yıllar sürmüş mahkumiyetin ardından özgürlüğüne kavuşmuştur.
Evinden ve karısından bunca zaman uzak kalmış olmasına rağmen dışarı çıkar çıkmaz evine gitmektense kendini Buenos Aires sokaklarına atar. Kendisinin de bilmediği bir arayış ve boşluk içerisindedir. Saatlerce bir yön ya da iz takip etmeksizin yürürken çevresinden hayali de olsa geçmişine ait insanlar gelip geçer. Zaman, herşeyle hesaplaşma zamanıdır.
Arjantinli ünlü yönetmen Fernando E. Solanas’ın, Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen seçildiği ve İzleyici Ödülü aldığı filmi Güney, aşk, yalnızlık, politika ve müziküzerine son derece sıcak bir film.

Duygu İmparatorluğu / Ai no Korîda (1976)

Yönetmen:Nagisa Ôshima
Genç bir fahişe çalıştığı genelevin sahibinin sevgilisi ile beraber olur. Cinsel zevki ilk kez tadar. Tabii aşk/saplatı tarzı bir duygu da gelişir bu iki insanın arasında. Sonunda çift evlenmeye karar verir. Buna karşın kız erkeğini elinden kaçırma korkusu ile onu sürekli iğdiş etmekle tehdit etmektedir.

Kargo 200 / Gruz 200 (2007)

Leningrad Devlet Üniversitesi’nde Bilimsel Ateizm profesörü olan Artemy (Leonid Gromov) Leninsk yakınlarında küçük bir köyde yaşayan kardeşini ziyaret eder. Burada, nişanlısını partiye götürmek için oraya gelen Valery (Leonid Bichevin) adında genç bir adamla tanışır. Genç adam ve Artemy parti için beraber yola koyulurlar. Yolda araçları bozulur ve yardım istemek için yakındaki bir çiftlik evine giderler. Burada Artemy çifçi Alexey ile Tanrı hakkında koyu bir sohbete koyulur. Aracı tamir ettikten sonra yollarına devam ederler. Artemy gittikleri partide bolca alkol alır, başka bir kadınla daha tanışır ve hep birlikte dönerlerken tekrar o çifçinin yanına uğramak ister. Her şey işte bu ikinci çiftlik ziyaretinde başlar.

Kuşlar / The Birds (1963)

Yönetmen:Alfred Hitchcock
Filmde Bodega sahiline saldıran farklı türlerden kuşların yol açtığı dehşet konu ediliyor. San Francisco’da bir evcil hayvan dükkanında başlayan ve bir aşk üçgeniyle ilerleyen film, bir doğumgünü esnasında kuşların saldırıya geçmesiyle devam eder.
Yönetmen Alfred Hitchcock Kuzey Kalifoniya’da tatil yaparken gazetede gördüğü bir haberden oldukça etkilenir. Haberde kıyı evlerine doğru saldırıya geçen deniz kuşlarından bahsedilmektedir. Bu olay ile Daphne du Maurier’in kısa bir öyküsü yönetmenin kafasında birleşince, Kuşlar filminin temelleri de atılmış olur.

Aşk Perisi / La Fée (2011)

Dom, Le Havre limanına yakında yer alan küçük bir otelde gece vardiyasında çalışmaktadır. Bir gece, eşyasız, ayakları çıplak bir kadın otele gelir. Kadının adı Fiona’dır ve Dom’a bir melek olduğunu, kendisinin 3 dilek hakkı olduğunu söyler. Dom dilekleri diler, Fiona ikisini gerçekleştirdikten sonra birden ortadan kaybolur. Dom ise bu periye delicesine aşık olmuştur, her yerde onu arar.
Dominique Abel, Fiona Gordon ve Bruno Romy’nin senaryosunu ve yönetmenliğini beraber üstlendiği yapımın başrollerinde yine aynı üçlü var. Fransız ve Belçika ortak yapımı olan filmin dünya prömiyeri ise geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde yapılmıştı.

Her Şey ve Hiçbir Şey / Everything and Nothing (2011)

Yönetmen:Nic Stacey
Gökyüzü geceleri neden karanlıktır? Evren bu hızda genişlemeye devam ederse gelecekte her şey nasıl olacak? Öklid Geometrisi neden geçerli olan tek geometri kuramı değildir? Einstein ve Hubble nasıl tanışmıştır ve Einstein’ın “Hayatımda yaptığım en büyük bilimsel hata” diye nitelendirdiği şey nedir? Boşluğun kendi içinde bir şekli var mıdır? Evreni ve onu algılayış şeklimizi değiştiren fizik ve astronomi bilimi hangi aşamalardan geçerek şu anki halini almıştır?
Belgeseli sunan Surrey Üniversitesi Fizik Bölümü profesörlerinden Jim Al-Khalili, insanoğlunun gökyüzüne bakıp orada bulunan her şeyin şeklini, büyüklüğünü ve kökenini; en geniş anlamıyla varolan gerçekliği nasıl ve hangi aşamalarla öğrendiğini anlatıyor. Astronomi, fizik ve matematik dünyasına bir de tarihin penceresinden ve önemli bilim insanlarının meraklı zihinlerinden bakma fırsatı sunuyor bizlere. İsimlerini belki de ilk kez duyacağınız bazı bilim insanlarına da bir saygı duruşu niteliğinde.

Köpek Dişi / Kynodontas (2009)

Yunanistan’dan gelen en şok edici, kışkırtıcı ve en yaratıcı filmlerden biri olan Köpek Dişi, atmosferiyle Michael Haneke’yi, duygusal sıkıntı açısından Lars Von Trier’i anımsatıyor.
Üç genç kardeş, baskıcı anne babalarıyla, sanki paralel bir evrende, farklı bir gezegende yaşar gibidir. Farkında olmadıkları bir tutsaklıkta yaşadıkları bu evde, günlerini hep aynı kaseti dinleyerek geçirirler. Sürekli yeni kelimeler öğrenen bu gençler için anlam bilindik sınırların çok dışındadır. İzole yaşamlarını erkek kardeşleri fark etmeye başlayınca, ailedeki dengeler alt üst olur.

Kara Altın / Black Gold (2011)

1930’lu yıllarda Arap toplumlarının petrol rezervlerinin farkına varması ile, geleneklerine bağlı babası ve modern görüşlü kayınpederinin arasında kalan, Arap halklarını bir araya getirmeye çalışan bir Arap prensinin nefes kesen macerası konu edinen film, siyah altın olarak bilinen petrolün uluslararası çıkar çarklarına da değiniyor.
Tibet’te Yedi Yıl (Seven Years in Tibet) ve Kapıdaki Düşman (Enemy at the Gates) gibi filmlerle sinema dünyasında büyük bir hayran kitlesine ulaşan başarılı yönetmen Jean-Jacques Annaud bu kez kamerasını Arap dünyasına ve günümüzün güç sembolü olan petrolün bulunduğu günlere çeviriyor. Başrolde ünlü oyuncu Antonio Banderas var.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

KarmanÇorman

              Hergün o kadar şey yaşıyor o kadar çok şey görüyorum ki oo tamam bunları akşam gider bloga yazarım deli yardırırım hee psikolojisiyle dolup taşıyorum ama şu klavyenin başına geçince n'oluyor bilmiyorum ama bir takınmaca bir çekinme falan.Sanki anlatsam kimse anlamayacakmış gibi bir hissiyat..
Mesela bugün sadece yolda karşıdan karşıya geçerken, kadının birinin ışıkta arabanın camını açıp yandaki motosikletli çocuğa ''O omzundaki dövmeyi nerde yaptırdın ya çok seksi durmuş'' dedikten sonra çocuğun dönüp ''Nerde olduğundan sanane,sende böyle durmaz merak etme'' dediğini yakaladım :D Tabii deli gibi güldüm buna.Bir de otobüs maceralarım var ki hiç sorma.Bir de o otobüste blogumuz yazarlarından Madelyn'le birlikteysek yolcuların vay haline!                                                                                                        Yıllardır süregelen bir alışkanlığımız var Mad'le.Otobüslerde edepli edepli yolculuk edemiyoruz.O an sanki dünyanın bütün garip insanları bize kasıtlı olarak o otobüste toplanmış gibi oluyor..Hayır hayır kesin öyle,bunun başka bir açıklaması yok :D Bugün de o günlerden biriydi..Müthiş sıcak Antalya gününde otobüste güneş sistemindeki bütün gezegenleri yutmuş ama hala doymamış vari bir adama denk geldik.Hoş değil belki ama biz tabi yerlerdeyiz.İşte şimdi mesela bunu anlatırken size komik gelmiyor ama biz o anda deli gibi eğleniyoruz..Biz de böyleyiz işte alışveristen sonra alışveriş fişlerimiz aynı miktarsa bunun için de bir gülme krizine giriyoruz hani kasiyer bakıyomuş,müşteriler bekliyomuş umrumuzda değil.Biz de böyleyiz :)
              İstiklal'in ortasında ''Am! Am! Am!'' diye bağırdığımız gün geldi aklıma bak şimdi..Böyle de gamsızız işte başkaları ergenlik diyebilir buna ama biz eğlenmenin *mına koymak diyoruz :D
              Herneyse konuyu çok saptırdım,çenem düştü yine.Diyeceğim o'dur ki otobüste/minibüste kendinizi yaşlılara ezdirmeyin,hakkınızı savunun.! Bu toplumsal mesajın ardından şunu da paylaşmak isterim ki acıktım.Öyle işte iyi geceler Bazinga takipçileri,
beni seviyosunuz..

Doğaya Sarılmak..

 Bazen çok yoruluyorum.. 
Sıcak, ıssız bi sahil kenarına gidip günlerce kalmak ve kafamı dinlemek istiyorum.. Ne telefon, ne internet, ne başka bir şey..  Sadece müzik ve bir kaç dergi olsun yanımda yeterli.. Sınav stresi yok, hocaların saçmalıkları yok, şehrin gerginliği yok, sıkıntı yok, dert yok, tasa yok.. Sadece sakinlik, sadelik, müzik, dergiler, yetecek kadar yiyecek ve bir şişe lezzetli şarap olsun, bana yeter.. Ne mi, şarap mı? E gitmişsin sahil kenarına, güneşin batışını su içerek mi izleyeceksin a dost?! Şarap tabi.

Gıcık sesli, ikide bir ertelemek isteyeceğin alarmın sesiyle değil; ertelemek istemeyeceğin, duymaktan sıkılmayacağın dalganın sesiyle uyanacaksın.. Etrafında kasvetli 4 tane duvar değil, tüm canlılığıyla 4 tane ağaç olacak, gölgesinde serinleyebileceğin.. Kara bulutların karanlık sabahına değil, bulutsuz gök yüzünün maviliğine açacaksın gözlerini.. Denizde yıkayacaksın yüzünü,; tuzlu, serin suyu öyle bir çarpacaksın ki yüzüne, ayıltacak seni.. Ayılacaksın ki israf etmeyesin o zamanın bir saniyesini bile.. Etrafındaki sade güzellikleri, doğayı, sakinliği gördükçe mutlu olacaksın.. “İyi ki…” diyeceksin, “İyi ki gelmişim.”
Kahvaltın olacak; ekmeğin, peynirin, domatesin ve zeytinin.. Kafi bu kadarı, fazlasına gerek yok, 3-5 gün de yemeyiver menemen! Kararında yiyeceksin, ne az ne çok.. Yemekten sonra sahil boyunca yürüyüp yediklerini hazmedeceksin.. Sonra da ver elini sabah sporu, atlayacaksın serin sulara, yüzeceksin ufka doğru.. Baktın ki seninle uyuyan ağaçlar iyice küçüldü, döneceksin geri..
Öğleden sonra bir kenarda dergini okuyacaksın.. Kulaklarında hala dalga sesleri, sıkılmadın ki bir saniye bile.. Güneş batarken usulca kızıla dönecek gökyüzü.. O maviden turuncuya, turuncudan kızıla döneren 1-2 lokma bir şey yiyip açacaksın şarabı.. Sarhoş olmak yok! Sadece anın tadını çıkaracak kadar içeceksin, yarım çay bardağı yeter de artar bile.. Denizin üstünden batan güneşi seyre dalacaksın, kulağında hafif bir müzik..
Böyle geçecek günlerin, akşam çok geç vakte kalmayacaksın.. Hava kararacak, 1-2 saat daha arabanın ışığında sessizliğin tadını çıkarıp gireceksin uyku tulumuna.. Yıldızlı gökyüzü yorganın olacak, ay ışığıysa sokak lambası..

Dalga sesi eşliğinde başladığın güne, dalga sesleriyle veda edeceksin..

Yıldızlara bakıp, gözlerini kapatacaksın..

Ve uyuyacaksın.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Anadolu Maceram..

              Bir sürelik aradan sonra tekrar merhaba sevgili Bazing4 takipçileri :)
Yokluğumu fırsat bilip blogumu çok fazla ziyaret etmemişsiniz bu da gözümden kaçmadı ama hadi yine sıcaklara,tatildir gezer tozarlar'a veriyorum..
Bu yazımda size AEGEE(Avrupa Öğrencileri Forumu) ile çıkmış olduğum Anadolu turundan bahsedeceğim..                                                                                                   23 haziranda Eskişehir'de başladık bir serüvene.Sabahın 6'sında karga malum şeyi yemeden kendimi Eskişehir'de buldum.Gidene kadar yolda düşünüyorum tabii Avrupalı öğrenciler olacak falan anlaşabilecek miyim,espri yaptıklarında mal mal bakacak mıyım ya da ben espri yapma girişiminde bulununca yerin dibine mi giricem vs. Neyse tabii bu arada ben giderken bir öğrenci yurdunda falan kalacağımızı düşünüyorum o yüzden rahatım,elimi kolumu sallaya sallaya gidiyorum.Anadolu Üniversite'sine  girdik ve doğruca spor salonuna gittik.Meğer herkes uyku tulumunu,şişme yatağını alıp geliyomuşuz ve sahanın ortasında yatılıyormuş..Haydaa.Neyse ilk duyduğumda garipsedim tabii durumu ama aldık tulumlarımızı vs yabancı arkadaşların gelmesini bekliyoruz.Bunu organize eden arkadaşların türk olması benim için ayrı bir avantajdı tabii.(benim açımdan avantaj ama onlar için aynı şeyi söyleyemicem :) ) Oturduk muhabbet ediyoruz falan o arada da yabancılar gelmeye başlıyor.Hepsinde dağcı çantası,asılı uyku tulumu falan adamlar kamp modunda gelmişler bile..Az biraz kendimden utanmadım değil :) Tanışma etme faslı çok zor olmadı zaten çünkü herkes tanışma,kaynaşma,coşma modunda gelmiş oraya..İlk günümüz biraz durağan geçti böyle ama sonrasında yaşanacak eğlenceyi o zaman tahmin bile edemezdim diyebilirim. 

  Ertesi gün uyandığımda çevreme bakıyorum basket potası,karşıda tribün falan,yanımdaki tulumda İspanyol uyuyor karşımda Alman.. Hala bir durum şokundayım :) Neyse günün ilerleyen saatlerinde herkes daha bir kaynaşmış olduğundan daha keyifli geçti.Merakla beklediğim Eskişehir turuna başladık.Hep duyardım ''Eskişehir öğrenci şehridir,okuyacaksan orda okuyacaksın,şehir sırf öğrenci için planlanmış sanki'' vs oraya gidince az bile söylediklerini anladım.Gerçekten şehirdeki evler,alışveriş imkanları,cafe/barlar öğrenciye yönelik dizayn edilmiş.Anlatmaya neresinden başlayayım bilmiyorum ama en basitinden üniversite şehir merkezinin göbeğinde olduğu için kampusle şehir iç içe.Bunun yanı sıra Kadıköy barlar sokağıyla yarışabilecek bir barlar sokağı var Eskişehir'in..Her tipten insana,her ekonomiye uygun mekan bulmak mümkün burada.Biz yazın,okullar kapandıktan sonra gitmemize rağmen kalabalıktan zor yürüdük bu sokakta.Konusu gelmişken söyleyeyim bu sokağı en çok Pubs Rally oynarken sevdim :) O gece içinde gruplar halinde 10 bar/meyhaneye girip birer içki içip,mekandan birisiyle fotoğraf çektirip,mekana ait olan peçetedir,fiştir bişey alıp çıkıyoduk.(Yabancılardan abartıp cam şekerlik,içi mısır dolu pop corn tabağını falan alanlar da vardı :D ) Neyse nerde kalmıştım? Haa Eskişehir. Alışveriş merkezi konusunda çok seçeneği olan bir yer değil burası,belki de çarşısı pazarı halk için yeterli olduğundan gerek kalmamıştır bilemem tabii. Ama şehrin içindeki kanallar,köprüler görülmeye değer..Bir gün boyunca şehir merkezini gezdik,kano turu yaptık artık yorgunluktan ölüyoruz falan tam bitti derken hobaa oyuna başlıyoruz dendi.Elimizdeki ipuçlarını,haritayı falan kullanarak şehir içinde oradan oraya koşuşturmaya başladık..Ben türk olduğum için yanımdaki yabancı arkadaşlarla bazı esnafa adres sorma kolaylığı yaşadım tabii.Ama söylemeden geçemicem birkaç kişi gizli kamera şakası yaptığımızı sandığı için cevap vermedi..''Valla yapmıyoruz öğrenciyiz abi'' diyorum ''biliriz sizin gibileri saf mıyım ben'' falan gibi cevaplar aldık :) Tabi böyle örneklerle Eskişehir halkını da kötü tanıtmayayım çünkü genel anlamda çok hoşgörülüler.Neyse o yarışmayı da pestilimiz çıkmış bir vaziyette bitirdik ve üstümüzü değiştirmek için kaldığımız yere döndük.Yarım saat içinde gece dışarı akmak için hazırdık :D (Sanırsın o gün o kadar sokakta biz koşmadık,kan ter içinde kalmadık konu bar/club olunca herkes unuttu o yorgunluğu :D) Güzel bir geceydi işte detaya girip de sıkmak istemiyorum :)  Eskişehir merkezi de bitirdikten sonra sıra Eskişehire bağlı yerleri görmeye geldi. Gezimizin konsepti ''Find The Lost Pages Of Anatolia'' olunca biraz da tarih gerekli değil mi :) Midas ve Yazılıkaya'ya doğru yola çıktık.Yazılıkaya'yı daha çok sevdim çünkü ulaşımı kolaydı,ama Midas..Ah Midas öldük o dağa çıkarken..Hem onca Miteolojiye ev sahipliği yapmış yeri merak ediyorsun hem de o yolu nasıl bitireceğini kara kara düşünüyosun..Yaz olduğu için su sıkıntısı da cabası..Hatta bir ara sulu görünen bitkileri yemek bile aklımızdan geçiyordu,o kadarını biz de abartmış olabiliriz tabii :) Neyse gördük ettik gerçekten güzel yerler.Türkiye'ye yabancılarla birlikte ben de hayran kaldım tabii o manzaralardan sonra.Bunun gibi daha çok yer var Eskişehir'de hepsini tek tek anlatamam şimdi ama gidip görmenizi şiddetle tavsiye ederim.


                                                                                                                     
   Eskişehir'den sonra bir de Pamukkale'ye uğradık günübirlik..Orası da gerçekten Dünyanın en güzel yerlerinden.Resimlerde gördüğümde neyini abartıyolar yahu buranın dediğim çok olmuştur ama gerçekte görünce az bile abartıldığını düşünüyor insan.O manzara hiçbir yerde yok.. 


Neyse Pamukkale'den de Muğla'ya doğru yola çıktık.Yol üstünde hiçbir şekilde uyanamayacağım uykumdan Afyon sucuk ekmeğini yemek için uyandım tabii :) Gece 1 gibi Fethiye'deydik.Bu sefer de bir apart tutulmuştu bizim grup için.
Terasa yerleştik uyuyoruz falan derken bir baktım bir pasta bana doğru geliyor :D Arada söylemeyi unutmuş olabilirim Fethiyeye geleceğimiz gün benim doğum günümdü ama koşuşturmadan kutlayamamıştık..Herkes de benimle aynı anda oraya gelince bir kutlama beklemiyodum tabii şok oldum uyku sersemi halimle :D (bunun için AEGEE Eskişehir'e tekrar teşekkürler :) ) Neyse pastamızı yedik falan ertesi gün başladık Fethiye'yi keşfetmeye.İlk kez gidiyordum Fethiye'ye o yüzden biraz da beklentim vardı ama sokaklarda yürürken hayal kırıklığı yaşamadım dersem yalan olur..Benim aklımda daha turizm için tasarlanmış bir Fethiye vardı ama umduğumu bulamadım Fethiye merkezde.Ölüdeniz için aynı şeyi söyleyemicem tabii Ölüdeniz gerçekten mükemmel.Denizde tüm gün tekne turu yapıp,akşamında Ölüdeniz gecelerinde eğlenebiliyosun..Biz de öyle yaptık tabii.Ölüdeniz'e giderseniz Time Out Club'a uğramadan gelmeyin.(Prim alıyorum çünkü :D Şaka bir yana biz orayı seçtik,iyiydi hoştu.) Ertesi günümüz de böyle denizle,kumla,güneşle geçti.Hepimizin ten renkleri bir ton daha koyulaştı tabii.Akşamında hepimiz paspallıktan ölüyoruz ve aynı zamanda deli gibi de açız.Hani öğrenci mekanına gidip yer kalkarız diye düşünüyoruz ama otobüsümüz bir resort hotel'in önünde durunca acı gerçekte yüzleştik :D Yabancılar rahat tabii adamlar tek şort tek tshirtle tüm haftayı geçirir bıraksan ama bende türk gururu mu vardır nedir lanet olsun dedim içimden :D Ama açık büfeyi görünce kılık kıyafeti takan mı olur direk yemeye odaklandım :D Böyle anlatıyorum ama nasıl aç olduğumu bir ben bilirim :D Bu açık büfeler birkaç gece daha devam etti hatta sırf bu yüzden kilo aldığımı düşünüyorum yoksa o koşuşturmacada 2 kilo almış olmamın başka bir açıklaması yok.Böyle böyle Fethiye'yi de geride bırakıp Kaş'a doğru yola çıktık...
      Kaş bile olsa Antalya sınırlarına girmiş olmak bende gereksiz bi heyecan yarattı :) Memleketimi özlemişim demekki gerçekten.Kaş'ta da bir spor kompleksinde kaldık..Şehir merkezine biraz uzaktı ama bütün Kaş'ı ayaklarının altında görebiliyordun ve bu manzara o uzaklığa değerdi..Burada günler sanki daha hızlı geçmeye başladı.Son günler olmasının da bunda bir etkisi vardır tabii ama daha birkaç gün öncesinden ayrılacak olmanın verdiği melankoliyi yaşamaya başladık.Ama herşeye rağmen tabii ki boşa zaman harcamayıp Kaş'taki günlerimizi de olabildiğince değerlendirdik..Bir tekne turu da burada yaptık.Gerçekten birbirinden güzel koylarımız varmış bunu gördüm.Suyun derinliklerindeki taşları bile görebileceğin bir duruluk vardı bu koylarda.Bir gün de tüplü dalış yapalım dedik.Ben de sabırsızlanıyorum tabii bunun için ama sen kalk dalışa yarım saat kala döner yiyeceğim diye sokakta düş! Zaten dizim kollarım yaramaz çocuklar gibi yara bere içindeydi üstüne bir de düşüp ayak kemiğimi çatlatıp kas ezilmesi oldu,tuz biber oldu.Başlarda o kadar ağrı hissetmediğim için yine de tekneye bindim.Ağrıyan bacağımı direk keserim ama yine de bu dalışı yaparım dedim gittim bir de o ayakla daldım :D Ama pişman değilim şimdi olsa yine yaparım.Çünkü Akdenizin derinliklerindeki o manzarayı bu kadar yakından görmek fazlasıyla yetti.Hayır o değil de ayağıma falan bakmayıp ben bir de o gece club'a gittim,kaşınıyorum gerçekten :) Neyse,sıra son gecemize geldi.Yine bir önceki gece gittiğimiz mekanda toplandık vedalaşma konuşmaları falan ee duygulandık da tabii.Geceye duygusal başlayıp koparak bitirmiş olduk :)
    Artık Antalya'ya dönme vakti gelmişti..Gezinin başında tahmin bile edemeyeceğim dostluklar kazanmış olarak ve yanıma da bir Fransız bir İspanyol bir de Türk misafir alarak evin yolunu tuttum.. :) Evet gezimi kısaca özetlemiş oldum ama tabii ki bu sizin için yeterli olmamalı.Herkesin bu söylediğim yerleri bizzat gezip görmesini isterim.Yurtdışı planlarından önce önceliği ülkemizi tanıyıp öğrenmeye vermek gerekir diye düşünüyorum sevgili Bazing4 takipçileri..Sağlıcakla kalın :)